“ Teknolojinin Mimarı ve Kurbanı İnsanoğlu ” – Brandmap (Mart 2019)
Teknolojik yenilikler gündelik yaşamımıza damga vuruyor. O kadar hızlı bir değişim süreci içersindeyiz ki 10 sene sonra teknolojinin hangi nimetlerinden yararlanacağımız, ya da başımıza açtığı hangi dertlerle uğraşmak zorunda kalacağımız bile belli değil. Yarattığımız tüm medeniyetin; teknolojinin esiri, hatta kurbanı olacağını öngören gelecek bilimciler bile mevcut. Yapay Zeka ve robotlar insanları kontrol altına alabilir mi? Ya da çıkacak savaşlarda kullanılacak yıkıcı teknolojiler sonucu taş devrine geri dönebilir miyiz? Peki bu “Teknoloji”denen kavram insan hayatına nasıl girdi? İnsanoğlu “Teknoloji” ile nasıl tanıştı hiç merak ettiniz mi? 2 ayak üzerine kalkmasaydık, gözlerimiz yüzümüzün 2 tarafından öntarafına yerleşmeseydi, baş parmağımız diğer parmakların karşısında konumlanmamış olsaydı, Homo Sapiens Neanderthaler’ I ortadan kaldırmasaydı, ateşi kontrolumuz altına almasaydık Homo Faber ortaya çıkabilir miydi? Gelin teknolojinin gelişimine birlikte bir göz atalım…
Bilim adamlarının son araştırmalarının sonuçlarına göre, evren 15-12 milyar yıl önce Büyük Patlama ile oluşmuş. Yaklaşık 4 milyar yıl önce de dünyamız Samanyolu Galaksisi’ nin içinde, Güneş adını verdiğimiz yıldızının etrafında yörüngeye girip dönemeye başlamış. Bunu izleyen milyarlarca yıl boyunca da “biyolojik evrim”; uzaydan mavi bir misket gibi görünen bu gezegenin üzerinde yaşamın gelişmesine yön vermiş.
Şimdi aradaki milyonlarca yılı bir kenara bırakıp, insanoğlunun akrabası olan insansılardan farklılaşıp ayağı kalktığı, yaklaşık 2 milyon yıl süren Paleolitik Çağ, yani Yontma Taş Çağ’ ının başladığı döneme gelelim. Taş aletler biçimindeki “Teknoloji” gerçek anlamda insan ırkıyla birlikte ortaya çıkıyor. HOMO HABILIS, yani “Yetenekli İnsan”, “Becerikli İnsan” adı verilen maymun türü yaklaşık 2 milyon yıl önce ortaya çıkıyor ve taşları yontarak teknolojinin temellerini atıyor. Çeşitli evrimler geçirse de aşağı yukarı 2 milyon yıldan birkaç bin yılcık eksik bir süre boyunca teknoloji adına pek bir değişiklik olmadan yaşıyor.
Günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce Ortadoğu’ da yaşayan bazı atalarımızın toplayıcılık ve avcılıktan vazgeçip, yerleşik hayata geçmelerine kadar, bu dönem devam ediyor ve insanoğlu ancak Paleolitik Çağ’ ın bitmesinden hemen önce doğayı ve dünyayı bilime benzeyen yöntemlerle düzenli olarak izlemeye gözlemlemeye başlayana kadar da teknolojiden filan söz etmemiz mümkün değil. Asıl gelişmeler, insanoğlu çiftçilik ve hayvancılık yaparak geçimini sağlamaya başladığı Neolitik Çağ’ da, yani Yeni Taş Devri’ nde ortaya çıkıyor. Atalarımız o dönemde yepyeni araç ve teknikler geliştirmiş olsalar da, Teknoloji kavramının kullanılması için hala daha çok erken.
Bu arada genel kültür bilgisi olarak paylaşmadan geçemeyeceğim: Tarih dönemlerini insanların kullandıkları hammaddelere (Yontma Taş, Cilalı Taş, Bronz, Demir vb) göre isimlendirme fikri, 1819 yılında Danimarkalı tarihçi C. J. Thomsen tarafından önerilmiştir. Yazılı tarih öncesi (Prehistorik) dönemi “Paleolitik” ve “Neolitik” olarak bölme fikri de İngiliz tarihçisi John Lubbock’ a aittir.
Bu genel çerçeveyi çizdikten sonra gelin yine biraz gerilere gidelim. İnsanın saptanabilen en uzak hayvan atası günümüzden yaklaşık 70 milyon yıl önce yaşayan bir kemirgen olan PROSİMİSYAN’ dır (ağaçsivrifaresi). Günümüzden 55 milyon yıl önce eller öteki primatlardan farklılaşmaya başlamış ve başparmak öteki parmakların karşısında konumlanmıştır. Günümüzden 40 milyon yıl kadar önce tamamlanan bir evrimle de göz çukurları (atlardaki gibi) kafanın yan tarafından yüzün ön tarafına kaymıştır. Böylece insanımsılar, uzaklığı daha iyi kestirme yetisine kavuşmuşlardır. Bu dönemde beynin büyüklüğü de yaklaşık 400-600 cm3 civarında. Yani günümüz insanının 1350 cm3’ lük beyninin yarısı ile üçte biri arası büyüklükte. İnsansı maymunların insangillere evrimi 11 ila 5,3 milyon yıl önce Miyosen Dönem’ de meydana gelen büyük iklim değişiklikleri ile hız kazanıyor. Göz alabildiğine uzanan ovalar kuruyup, ormanlar yerini çim ve ve çalılarla kaplı alanlara bırakıyor. Bu durumda da o zamana kadar ağaçların tepesinde yaşayan atalarımızdan bazıları yere inip “BİPEDALİZM” akımını yana iki ayak üzerinde durma ve yürüme tarzını başlattılar. Böylece de boşa çıkmış 2 önayağa, (had biz onlara “el” diyelim) 2 ele sahip hale geldiler. Sabit bir ikametgahı bulunmayan bu canlılar; 10-20 kişilik gruplar halinde yaşıyor ve hayvanların göç dönemleri ile bitkilerin yenebilir kısımlarının ortaya çıktığı mevsimlere göre sürekli yer değiştiriyorlardı.
Elleri serbest kalan bu kişiler de alet yapma ve nesneleri daha sıkı kavrama imkanına kavuştular. Alet yapımına dair ilk bulgulara 2,6 milyon yıl öncesine ait fosillerde rastlanıyor. Ama malzeme olarak odun, kemik, yaprak gibi malzemeler kullanıldığı için bunların çoğu günümüze ulaşamamıştır. Günümüze kadar ulaşan ilk aletlerin çoğu genellikle genellikle çakmaktaşı gibi kolay işlenebilen taşlardan yapılmış yongalar. Bunları et kesmek, hayvan derisi yüzmek, dal parçalarını şekillendirmek ve kabuklu yemişlerin kabuğunu kırmak için kullanmışlar. Günümüzden 1,5 milyon yıl önce de yongalara tahta bir sap eklenerek ilk çok amaçlı elbaltası icat edilmiş ve doğrama, kökleri kazıp çıkarma gibi amaçlar için kullanılmış. Paleolitik çağın sonlarına doğru (50.000 – 20.000 yıl önce) kemik, geyik boynuzu, fildişi ve deniz kabukları gibi malzemelerden de alet yapımında yararlanılıyor. Bu dönemde kemikten yapılmış kancalar balık avlama, iğneler de kumaş dokuma ve dikiş dikme amaçlı olarak kullanılmış. Avcı ve toplayıcı olarak yaşayan bu topluluklarda cinsiyete göre uzmanlaşma da yavaş yavaş şekilleniyor. Fiziksel açıdan daha güçlü erkekler yırtıcı av hayvanlarını takip ve avlama konusunda uzmanlaşırken, kadınlar da daha çok bitki toplama ve kendisine bağımlı olan çocukların yetiştirilmesinde bilgi birikimi sağlıyorlar. Başlarda farklı coğrafi bölgelerde yaşayan ve farklı fiziksel özellikler taşıyan Homo Erectus, Neandertaler, Homo Rudolfensis, Homo Floresiensis, Homo Denisova, Homo Ergaster gibi birden çok insan türleri varken sonuçta diğerlerini ortadan kaldırıp soyunu sürdüren Homo Sapiens türü oluyor.
Alet yapıp kullanan ilk atalarımıza yani teknolojinin öncülerine “Homo Faber” adı veriliyor, yani “Üreten ya da Yaratan İnsan”… Homo Faber alet icat ederek çevresine ve yazgısına hükmedebiliyor. Aslında bu deyim “Deus Faber” e yani “Yaratıcı Tanrı” ya bir alternatif olarak kendi kaderini tayin eden insan için ortaya atılmış. Max Frisch de almış bu kavramı bir romanında el becerileri kuvvetli olan bir roman kahramanını betimlemek için kullanmış ve romanına isim olarak seçmiş.
Günümüzden 500.000 yılı önce insanın evrimini ve yaşam koşullarını derinden etkileyen bir gelişme daha oluyor ve atalarımız ateşe hükmedip kullanmaya başlıyorlar. Daha önceleri düşen şimşekler ya da püsküren lavlar sonucu çıkan yangınları uzaktan izleyip büyük bir korku duyarken bu dönemde taşları ya da ağaçları birbirine sürterek ateş yakmayı beceriyorlar. Yangınlarla tahrip olmuş yerlerde yanan hayvanların etlerinin ve kavrulmuş yemişlerin çok daha lezzetli ve rahat sindirilebilir olduğunu gören avcı ve toplayıcı atalarımız avladığı ve topladığı besinleri ateşte pişirerek yepyeni bir yemek kültürü geliştiriyor. Ayrıca ateşe hükmetme, hem ateşin ısı ve ışık kaynağı olarak kullanılmasına yol açıyor, hem de o zamana kadar elinde mızraktan başka doğru dürüst bir savunma aracı olmayan insansılara, kendisinden daha güçlü yırtıcı hayvanlara karşı da bir üstünlük sağlıyor. Yani elde ettiğimiz en önemli teknolojilerin başında ateş var.
Ateşin 2 önemli katkısı daha oluyor. Birincisi o zamana kadar güneşte kurutulan çanak çömleklerin ateşte pişirilerek daha dayanıklı hale gelmesi. Böylece yemek yapmak ve su taşımak için kullanılan kil kaplar yeni bir kullanım kolaylığı kazanıyor. İkinci ve çok daha önemli bir katkı da; ateş yardımı ile madenleri eritme ve metallerden kompleks silahlar ve araç gereç yapma imkanı oluyor. Öldürücü gücü artan silahlar; hem avda vahşi hayvanlara karşı, hem de kabile savaşlarında ateşi kullanabilenlere üstünlük sağlıyor.
Ateşin kullanımı sadece beslenme alışkanlıklarını değiştirmekle kalmamış. İnsanın evriminde de çok önemli rol oynamış. Öncelikle çiğneme işi kolaylaştığı için güçlü çeneye ve uzun bağırsaklara ihtiyaç kalmamış ve çene küçülmeye bağırsaklar da kısalmaya başlamış. İkincisi rahatlıkla yenen ve sindirilen besinlerden dolayı vücut daha fazla enerji kazanmış. Artan enerji beynin gelişmesine yol açmış. Bağırsaklar da çok enerji tükettikleri için burada tasarruf edilen enerji de beyin gücünün artmasına fayda sağlamış. Bu arada gelişen beyin ve artan sosyalleşme doğrultusunda İletişim becerileri de artmaya başladı ve günümüzden 500.000 – 50.000 önceki süreçte, basit seslenmelerden öte, özne-yüklem-tümleçli bir dil kullanmaya başlamışlar. Fiziksel araçların yanı sıra, simgesel araçlar da kullanmaya başlayan atalarımıza HOMO SYMBOLICUM adı verilmiş ve böylece yaklaşık 70.000 yıl önce bilişsel devrim de başlamış olmuş. Bu atalarımız mezarlar ve sunaklar inşa edip içerisine bereketin simgesi “toprak ana” figürlerini de yerleştirmeye başlamışlar. Günümüzden 50.000 yıl kadar önce arkalarında mağara ve kaya resimlerini bırakan “Uzman Avcı” toplulukları Avrupa’ da görülmeye başlamışlar…
MÖ 15.000 – 12.000 arasındaki dönemde 4. Buzul Çağı sona erince iklimde ve çevrede büyük değişimler oluyor. Flora ve Fauna’ da yaşanan değişimler, insanoğlunun doğaya daha kolay hükmedebileceği şartları oluşturuyor. Tohumlar doğal habitatlarından alınıp, daha elverişli yerlere taşınarak önce bitkiler, sonra da bu bitkilerin artıkları ile hayvanlar beslenerek koyun, inek gibi hayvanlar ehlileştiriliyor. Bitkisel besin üreticiliğine başlanması ve hayvanlar üzerinde kontrol sağlanması belli bir toprak üzerinde kalıcı yaşamı da beraberinde getiriyor. Köy büyüklüğünde toplu küçük yerleşimler başlıyor. Açlık korkusu çeken kabileler, avcılık ve toplayıcılık hayatını bırakıp, yerleşik düzene geçiyorlar. Çünkü bir zamanlar etleri yenebilen hayvanlarla yenebilen bitkilerin miktarı; değişen iklim koşulları ve doğal bitki örtüsünde değişimle kıtlaşınca, atalarımız için de açlık tehlikesi ortaya çıkıyor ve yerleşik düzen daha cazip hale geliyor. Yerleşik yaşama geçiş de örgü, dokuma, fırıncılık, çömlekçilik gibi zanaatleri beraberinde getiriyor. Yani avcı, toplayıcı, çiftçi gibi mesleklerin haricinde yeni meslekler ortaya çıkıyor. “Teknolojik” gelişmeler sonucu birbiri ardına yeni sektörler doğuyor. Arpa ve buğday gibi bitkilerle süt mayalandırma keşfediliyor ve besin maddelerine yeni şeyler ekleniyor. Göçebe yaşayan avcı ve toplayıcılar ile yerleşik yaşama geçen kabileler bir süre bir arada yaşıyorlar. Ancak yerleşik düzene geçenler daha iyi beslenip, daha çok çocuk yapabildikleri için, göçebe kabilelere üstünlük sağlıyorlar ve yerleşik hayat baskın hayat tarzı haline geliyor. Nüfus arttıkça, yemek ihtiyacı artıyor, yemek ihtiyacı da besin üretimini arttırıyor. Böylece de topluluklar içerisinde yemek ürtimi haricinde işlerle uğraşan bürokratlar, zanaatkarlar ve ruhban sınıfı da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor.
İnsanlar tarafından kullanılan ilk metal, M.Ö 5.000 yıllarında ilk kez eritilen Bakır madeni… Bakır yumuşak ve parlak bir metal olduğu için kolayca işleniyor ve yüzük gibi süs eşyalarının yapımında kullanılıyor. Daha sonra altın ve gümüş gibi madenlerin de takı amaçlı kullanımı başlıyor. Bu metallerle beraber taştan boncuklar, deniz kabukları fildişi ve sırlanmış porselen parçacıkları da takılarda kullanılıyor. Yani teknolojik gelişmeler sonrasında güzellik endüstrisi hayata geçiyor.
Daha sonraları bakırın içine kalay eklenerek saf bakırdan çok daha kullanışlı yeni bir alaşım, yani Bronz elde ediliyor. Bronz bakıra göre çok daha dayanıklı, bakırdan daha düşük sıcaklıklarda eriyor ve kalıba da daha rahat dökülüyor. M.Ö 3.500’ lerde çömlek fırınları ve bakır ocakları insanların aklına yeni bir fikir getiriyor ve tuğlayı da ateşte pişirmeyi akıl ediyorlar. Böylece kentleşme de hız kazanıyor. İlk cam da muhtemelen Mezopotamya’ da M.Ö 2000 civarında kuvars ve sodanın beraber ısıtılmasıyla elde ediliyor. Bölgeden bölgeye değişmekle birlikte, M.Ö 1.800 ile M.Ö 1.300 arasında demir madeni keşfedilip, alet ve silah yapımında yapımında kullanılıyor. Anadolu’ da bu işin öncülüğünü Hititler yapıyor.
İlk büyük yerleşimler Mezopotamya’ da Dicle ve Fırat nehirlerinin havzalarında, İndus Vadisi’ nde ve Mısır’ da Nil Nehri’ nin kıyılarında kuruluyor. M.Ö 5.000’ de bu bölgelerde buğday ve arpa yetiştiriliyor, keten tohumundan yağ elde ediliyor, liflerinden de kumaş dokunuyor. El baltaları, oraklar, öğütme taşları ile basit değirmenler, ve pişirme ocakları kullanılıyor. Kapsamlı bir ticaret anlayışı mevcut ve şehirler arasında işçi göçü yaşanıyor. Çanak çömlekler geometrik desenler ve hayvan figürleri ile süsleniyor. Hatta bazı çanaklar çömlekçi çarkı ile yapılmaya başlanıyor. Çok odalı kerpiç evler ve kamusal alanlarda tapınaklar inşa ediliyor. Ölüler gömülüyor ve mezarların içerisinde bulunan yemek kaplarından ölümden sonra yaşama da inandıkları anlaşılıyor.
M.Ö. 4000’ lerde en yüksek medeniyet seviyesine ulaşıp, en son teknolojileri kullananlar Sümerler… Sümerler Anadolu’ nun ilk sakinlerinden… Sümer Medeniyeti; bilim ve teknik konularında içinde bulunulan tarih çağının oldukça ilerisindeydi. Sümerler çanak, çömlek, ekmek pişirme tandırları gibi birçok araç ve gereci yapmışlar, sert ve güçlü madenleri de işlemişler ve oldukça gelişmiş bir yapı tekniği kullanarak taş, kerpiç ve tuğlalar kullanarak iki ve üç katlı evler inşa etmişler. Şaşırtıcı şekilde bir sulama sistemi kullanan Sümerler, bataklıkları kurutup yaşadıkları yerlere kanallarla su taşımışlar. Bentler yapmışlar, sel baskınlarının önlemişler ve barajlar yaparak ihtiyaç suyunu koruma altına almışlar, yapmış oldukları düzenli sulama ile tarım arazilerinden yüksek verim almışlar ve elde ettikleri mahsulleri depolamayı başarabilmişler. Teknoloji alanında diğer tüm toplumların önünde olan Sümerler, matematik ve geometrinin temellerini atmışlar. Matematiğin temeli olan dört işlemi bulmuşlar ve dairenin alanını hesaplamayı başarmışlar. Sümerler, tüm bunların yanında zaman hesaplamasında inanılmaz bir başarı elde ederek, gelişmiş bir takvim kullanmaya başlamışlar. Tarihte “Ay Yılı” na dayalı ilk takvimi bulmuş olan Sümerlerin takviminde, yıl 360 gün, aylar 30’ar gün olarak hesaplanmıştır.
Bütün bunlara ek olarak güneş saatini de ilk Sümerler bulmuştur. Bu güneş saati yalnızca günleri ve ayları değil güneşin hareketleriyle saatleri de hesaplamışlar. Sümerlerin bütün bu çalışmaları günümüzdeki Matematik, Geometri ve Astronominin temellerini atmıştır.
M.Ö 4.000’ in sonlarından itibaren Mısır’ da yaşanan hareketlilik de insanlık tarihi ve teknolojinin gelişimi açısından çok büyük önem taşıyor. Mısırlılar gerek piramitlerin inşasında, gerek 365 günlük takvimin hesaplanmasında, gerek Nil Nehri’ ni kullanarak sulama kanallarının yapımında, gerek nehir taşımacılığı ve tekne inşası konularında, gerekse de mumyalama teknolojisinin geliştirilmesinde olağanüstü katkılar sağlıyorlar. Gökteki yıldızların hareketlerini takip ederek sel ve taşma mevsiminin yaklaşıp yaklaşmadığını anlamaya çalışıyorlar. Çiftçilerin tarlaları sular altında kalınca, kadastro ve arazi ölçümleri şaştığı için bu devirde arazi hesaplamaları geometri alanında buluşların yapılmasına yeniliklerin kullanılmasına sebep oluyor. Uzunluk ölçüsü olarak insan vücudundan yola çıkıyorlar ve karış, ayak, adım gibi birimler kullanıyorlar.
İnsanlar yerleşik yaşama geçtikten sonra ortaya çıkan mesleklerden bir tanesi de çobanlık. İnsanlar hayvanlarını, onları otlamaya götürecek bir kişiye emanet ediyor ve eksiksiz olarak geri dönmesi için bekliyor. Fakat ortada bir sorun var… Kaç hayvan gönderip kaç hayvanın geri döndüğünü bilmelerini sağlayacak bir sayı sistemi henüz geliştirilmemiş. İşte bu ihtiyaçtan dolayı M.Ö 4.000 civarında Mezopotamya’ da hayvanları saymak için bir kil parçasının üzerine çizikler atılmaya başlanıyor. Evet tahmin edebileceğiniz gibi, bu sistem daha sonra rakamların ve hemen ardından da çivi yazısının ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu arada göçebe dönemde herşeyin kollektif bir şekilde kullanıldığında ihtiyaç duyulmayan bir kavram daha ortaya çıkıyor. O da mülkiyet. Artık insanların evleri, arazileri, hayvanları ve eşyaları olduğu için bir şekilde bunların kendisine ait olduğunu ispat etmek istiyor. Tabii gelişen ticaret bağlantıları sebebiyle yapılan antlaşmalara, onay vermenin gerekliliği düşünülürse, insan oğlunun en önemli icatlarından biri olan MÜHÜR’ ün icadını geç bile kalmış bulabilirsiniz. Mühürler desenlerle süslenmiş kil ve taşlardan yapılırken yazı malzemesi olarak Kil tabletler kullanılıyor. Mısırlıların ise tablete ihtiyacı olmuyor. Onlar Nil deltasında bol miktarda yetişen Papirus bitkisini şeritler halinde kesip presleyerek kullanıyorlar.
M.Ö 3.500 civarında yeni bir icat döneme, sonraki yüzyıllara ve günümüz teknolojilerine damgasını vuruyor. O da tekerlek… Aslında taşıma amaçlı olarak taştan yapılmış tekerleklerin kullanımı çok daha eskilere dayanıyor. Fakat ahşap parçaların metal çemberlerle kuşatılmasıyla elde edilen daha kullanışlı tekerleklerin Mezopotamya’ da arabalara uygulanması ve bunun evcilleştirilmiş hayvanlar yardımıyla çekilmesi, gerek tarım alanında tarlaların sürülmesinde, gerek insan ve yük taşımacılığında, gerekse bir savaş silahı olarak çarpışmalarda çığır açıyor.
Medeniyetin gelişmesinde göz ardı edilmemesi gereken medeniyetlerden bir tanesi de daha Doğu’ da ortaya çıkan Çin Uygarlığıdır. Çin’in tarihi M.Ö 2.400 yıllarına kadar uzanmakla birlikte ilk yazılı belgeleri M.Ö 1.500’lerde görülüyor. Çin medeniyeti, Sarı Irmak ve Gök Irmak çevresinde ortaya çıkıyor. Bu medeniyetin oluşumunda Türk, Moğol, Tunguz ve Tibet kültürlerinin etkisi var. Madenlerin az oluşu Çin’de toprak işçiliğini geliştirmiş. Halk, soylular, köylüler ve köleler olmak üzere üçe ayrılmış. Dini inançlarından dolayı yerleşik hayata geçen Çinli’ler, porselen, ipek, barut, matbaa, pusula, kağıt, mürekkep gibi önemli buluşlarla teknolojik gelişmeye büyük katkılarda bulunuyorlar. Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Çin’ de ortaya çıkan uygarlıklar M.Ö 2. binyıldan itibaren Akdeniz Havzasında yaşayan insanları etkilemeye başlıyor. Bu dönemde Batı Anadolu’ da ve Antik Yunan’ da yaşayan kavimler; ticaret ile gelen refahın da yardımıyla, Mezopotamya ve Mısır Kültürlerinden etkilenerek teknolojik ve felsefi gelişmelere imza atıyorlar. Kısacası günümüzde bizler teknolojik gelişmeleri biraz geriden izlerken, aslında yaşadığımız çağa damga vuran teknolojik gelişmelerin temelleri içinde yaşadığımız coğrafyada atılıyor.